Sanatla Randevu’nun gezginlerinden Candan Turhan, çok sevdiği San Sebastian’ı okuyucularımız için kaleme aldı. İyi okumalar!
“Hep soruyorlar, neden bu kadar seviyorsun, ne yaparak bunca zaman geçiriyorsun diye… Aslında yanıt çok basit: Besleniyorum!
Kentin her yerinden, her yönünden besleniyorum. Her şeyden çeşit çeşit bulunabilecek kadar büyük, ama uçtan uca yürünebilecek kadar küçük olan şehir merkezinden. Çoğunluğu tarihi, tarihi olmayanları da uyumlu ve zevkli binalarından ve mimarisinden. Derli toplu, düzenli sokaklarından, şehri ikiye bölen Urumea nehrinden, nehrin iki yanında keyifle uzanan, her mevsim değişik renk alan binbir çeşit ağaçla dolu yürüme yollarından. Nehrin ve denizin sürekli yükselip alçalmasından.
Üç ayrı karakterdeki üç ayrı plajından ve kenti işaretleyen üç ayrı tepesinden. Tepelerdeki müthiş manzaralardan, parklardan ve doğadan, dev dalgakıranlarda patlayan dev dalgaların enerjisinden. Ve bütün bunların arasında var olarak “Simplicity is the ultimate sophistication,” ifadesini şekşüphe kalmadan kanıtlayan, olabildiğince sade, mütevazı ve kaliteli tasarımlardan, vitrinlerden, sanat eserlerinden, müzelerden…
Benim de bunu anlamak yıllarımı aldı ama sonunda sırrı çözdüm: Bask etkisi! Gururlu bir Bask kenti olan San Sebastian (zaten Baskça adı Donostia çok daha fazla kullanılıyor), bu halkın sade, minimalist, mütevazı ve kendine güvenli tarzıyla tanımlanıyor. Oldukça homojen bir yapısı olduğundan da, kentteki müzeden sanat galerisine, pastaneden takı tasarımcısına, giyim dükkanından dondurmacısına hemen her kapı, hemen her kişi gibi, bu tarzı yansıtıyor. Bir şehrin sokaklarında yürüyen herkes mi zarif ve şık olur! Sanat mekanlarında her zaman mı aynı yüksek standartta sergiler, etkinlikler olur! Konserleri, ortamları, festivalleri hep mi tam kıvamında olur! Bu şehirde abartılı veya sıradan, geçici veya popülist bir şey bulmak çok zor…
Baskların ve San Sebastian’ın en bilinen sanatçılarından heykeltıraş Eduardo Chillida da hem bunu destekleyen, hem de bu etkiye büyük katkıda bulunanlardan biri. Şehir onun olduğu kadar “tarzdaş”larının da yapıtlarıyla ve etkileriyle titreşiyor: Eşsiz Rüzgar Tarağı (1976), sanki dünyanın ıpıssız bir ucundaymış hissi veriyor ama aslında turistik La Concha plajından yürüyerek ulaşılabilen bir noktada. Chillida’nın yaşayıp ürettiği ve ölümünden sonra müzeye dönüşen bahçeli mekanı Chillida Leku da öyle aslında: Şehir merkezinden dağlara doğru 15 dakika gidince bambaşka bir dünyaya adım atıyorsunuz, insanüstü boyutlarda çelik, mermer, beton ve ahşap heykellerle kendinizden geçmek üzere. Körfezin tam Rüzgar Tarağı’nın karşısındaki ucunda, hayatını onunla rekabette geçiren Jorje Oteiza’nın heykeli Construccion Vacia (2002). Aralarda, ikisinin güncel meslektaşlarından yine sert ve doğal malzemelerden eserler.
Evet ufak bir şehir San Sebastian ama zevkli, kaliteli, anlamlı zaman geçirmek için fazlasıyla dolu: Her gidişimde mutlaka zaman ayırdığım Rüzgar Tarağı ve Chillida Leku’nun yanı sıra, kesinlikle bayılacağım bir şeylerle dolu sanat mekanı Kubo Kutxo; üç büyük salonunda her daim bir fotoğraf, plastik sanat, enstalasyon sergileri olan çağdaş kültür merkezi Tabakalera, tarihi ve çağdaş mimariyi müthiş bir güzellikle bitiştiren, Bask kültür ve sanatının yuvası San Telmo Müzesi… Üstüne de, kentin keyifli sokaklarında dolaşırken tesadüfen rastlanan ufak tasarımcılar, galeriler, atölyeler.
Tabii sadece ruhu beslemiyor güzel San Sebastian, insan bunca hoşluk arasında ordan oraya koştururken bedeni de beslenmek istiyor! Değil İspanya’nın, dünyanın en iddialı mutfaklarından biri buraya ait olduğundan, en büyük sorun nerde ne yeneceğini seçmek tabii… Tarihi Eski Kent’in pintxo barlarında ufak ufak atıştırmak mı, Michelin yıldızlı restoranlarda ağırbaşlı bir yemek mi? La Vina’da dünyaca meşhur cheesecake mi, yeni nesil kafelerde kaliteli kahve ve yeni nesil tatlılar mı? Veya Arjantin’den empanada, Peru’dan ceviche, Napoli’den pizza? Benim birinci tercihim hep, yerellerin mahallesi Gros’ta, nerede sokağa taşan bir kalabalık, itiş kakış bir ortam, yalnız Baskça yazılmış bir menü görürsem oraya dalıp, barmene “Ver bana en sevdiğin pintxolardan üç dört tane!” demek – yanına da yerel Bask beyaz şarabı txakoli tabii! (Arkadaşımın gittiği bu tarz bir barda, içeri girenlere barmen tek şu soruyu soruyormuş: “Kırmızı mı, beyaz mı?” Listemde en başta bu bar şu anda!)
Bütün bu sanatsal ve gastronomik keyiflerin altyapısı olmasa bunlar da olmazdı elbette: San Sebastian değil İspanya’nın, dünyanın en şık, temiz, nezih, saygılı ve yüksek standartlı kentlerinden biri… İnsanlar sakin ve nazik, yollar sessiz ve trafiksiz, deniz manzaralı sokak bankları ve plaja doğru koşan köpekler gani, üstüne de kaldırımlarda sörfçülerin çıplak ıslak ayak izleri yok mu, ah işte medeniyetin bu seviyesi, insanı bulutların üstüne çıkarıyor – ve tekrar tekrar bu kentin keyfini çıkarmaya çağırıyor!”
Gezginlerimizden Candan Turhan